12 Aralık 2008 Cuma

BARTLEBY SENDROMU

Herman Melville’in 19. yy New York’unda yaşayan unutulmaz karakteri Bartleby, diğer insanlar gibi dışarı çıkmaz, sürekli Wall Street’in bir duvarına bakar ve hep büroda yaşar. Ne yaptığını, nereden geldiğini, ne yapmak istediğini söylemez. Ve hayatına dair bir soru sorulduğunda o net cümleyle cevap verir: “Yapmamayı tercih ederim”. ‘Katip Bartleby’, Mobydick’in yazarı Melville’in edebi hayatındaki ıssızlığın ve yalnızlığının da hikâyesidir aslında.

BARTLEBY SENDROMU

Bu özel cümlenin büyüsüyle kurmaca bir deneme kitabı yazan İspanyol yazar Enrigue Vila-Matas, farklı sebeplerle yazmanın imkânsızlığına inanan yazarları anlatmak istemişti. Birkaç sene evvel okuduğum o kitabı hatırladım bu sabah. Sadece sıkılmak gibi basit ve sıradan bir sebeple, bu yazıyı ‘yazmamaya’ çalışırken, ‘Bartleby sendromuna’ yakalanmış büyük yazarların çarpıcı hikâyelerini okuyorum bir yandan. Vila-Matas’ın ‘ret edebiyatı ve yazarları’ diye tarif ettiği durumu oluşturan sebepler birbirlerine hiç benzemiyor. Belki de onları hayatın labirentinde buluşturan hakikat, yazıyı reddederek hayattan kendilerini uzaklaştırma çabalarıydı. Çünkü Kafka’nın söylediği gibi, “Yazmayan bir yazar deliliğe davetiye çıkarır”. Ve sebepleri farklı olsa da deliliğin tehlikeli sularında dolaşmak her zaman onları cezbeder.

Rimbaud, yirmi dokuz yaşına kadar dahice bir sezgiyle bütün bir hayatı boyunca yazacaklarını bir başyapıtta toplayıp sonsuza kadar hayalleriyle yaşamayı tercih etmişti. Walser, yirmi sekiz yıllık anlaşılmaz suskunluğunu yaşamın kendisinin boşluğu olarak yorumluyordu. Holderlin, son otuz sekiz yılını anlaşılmaz dizeler yazarak, marangoz Zimmer’in çatısına kapanarak geçirdi. Stendhal, esin perisinin gelmediğini iddia ederek uzun bir süre yazmamıştı. Şair Pedro Garfias, Meksika’daki sürgün yıllarında yazmamak için hâlâ aradığı sıfatı bulamadığını söylüyordu. Çok az eser bırakan ama bıraktıklarıyla edebiyatı derinden etkileyen Juan Rulfo, “Yazmıyorum, çünkü bana hikâyeler anlatan Celerino amcam öldü” diye cevap vermişti. Keats, “Şairin içinde bir varlık yoktur ve ben şairim. Yazmayı sonsuza dek bırakacağımı söylememde şaşırtıcı olan ne?” diyordu. Ve Kafka günlüğüne şunları yazmıştı: “İşte bu yüzden pazar günü bana tatlı gelir. İşte bu yüzden pazar günü bana yağmurlu gelir. Yatak odasında oturuyor ve sessizliğin tadını çıkarıyorum, fakat dün tüm varlığımla kendimi adamak istediğim bir etkinlik olan yazmak yerine, şu anda gözlerimi dikip parmaklarıma bakmaktayım. Kendimi değersiz hissediyorum.”
Kendilerini yazdıklarında değerli, yazmadıklarında bir paçavra gibi hisseden yazarlar, muhtemelen neden böyle hissettiklerini bilmiyor. Çünkü Hugo’nun söylediği gibi, “Bazı kişiler vardır ki, büyük olmaktan başka bir şey gelmez ellerinden. Niye böyledirler? Bunu kendileri de bilmez. Sınırın ötesine geçerler ve bu his sonsuza dek içlerine işler.”

Sanırım ben en çok şair Jaime Gil de Biedma’nın mazeretini sevdim: “Ben şair olmak istediğimi sanıyordum ama aslında şiir olmak istiyordum.”
O cümleyi okuyunca içimde bir çıtırtı oldu, sanırım çok uzun zamandır hiç yazılmamış bir ‘sözcük’ olmak istiyorum. *

0 yorum: