19 Aralık 2008 Cuma

bırak allasen

insanın hayatının sonuna kadar birlikte olacağını düşündüğü insandan bi gün pat diye ayrılması sonra nasıl olduğunu sormak için bile seni hiç aramaması ne garip birşeymiş..senin bu yaptığın savaş kurallarına bile sığmaz diyesi geliyor insanın..demek ki hayat gailesi böyle bir şey...karar vermek ve umursamamak iki kelamı bile çok görmek..sevgilim oluşunu geçtim.en iyi arkadaşımı özledim sadece sesini bile..
tarih tekerrürden ibaretmiş..eh be gülsem mi ağlasam mı bilemedim..

18 Aralık 2008 Perşembe

You can cover the world with your thumb
Still so big, so bright, so beautiful !

15 Aralık 2008 Pazartesi

çöküş


Bu kriz hiçbir şey yapamasa bile, endüstri toplumunun sağı, solu, ortası, kenarı ile bittiğini hem de daha yetmişli yıllarda bitmeye başladığını bazı kalın kafalılara anlatacak.

....
Yunanistan’da olan biteni açıklamaya çalışan –sol ve sağ taraftan- herkes iki şeye vurgu yapıyor: Birincisi –ki bu; Karamanlis hükümetinin ve sağın resmî görüşü- bu olayları çıkartanlar yağmacı ve fırsatçı gençler; bunları PASOK ve onun solundaki radikaller kullanıyor. İkinci –vurgu- görüş ise geleneksel soldan geliyor ve bunlar da Yunanistan’ın faşizme karşı direniş geleneğini hatırlatıyorlar. Yalnız bu direniş geleneğine vurgu yapan eski “solcuların” çoğu bu gençlerin birdenbire nereden çıktığına akıl sır erdirmiş değil. Kendi partilerinden ya da örgütlerinden olmayan bu çocukları tıpkı iktidar partisi gibi başıboş, şiddet meraklısı lümpenler olarak nitelendiriyorlar.

Oysa olan biten, ne birkaç yüz yağmacı gencin muhalefet tarafından kullanılması ne de o anlı şanlı Yunan direniş geleneğinin hortlaması.

Olan, spontane ama son derece bilinçli yeni bir küresel siyasi hareketin ilk adımlarını atmaya başlamasıdır. Bunun eski ulus-devlet sınırları içine politik yaşamını sıkıştırmış solla hiçbir alakası yok. Bundan dolayı olaylara katılan gençlerin çoğu kendilerini “anarşist” olarak tanımlıyorlar. Yani hiç sorgusuz “otoriteye” karşılar. Bu otorite, solda da olsa karşılar sağda da olsa karşılar. Devlet egemenliğine ve sınırlara karşılar. Bundan dolayı Yunanistan kalkışması yalnız Karamanlis hükümetini hedef almıyor; çok daha ötesini anlatıyor. Bugün Yunanistan’da PASOK’un solundaki muhalefet önemli bir –yüzde 15’e yaklaşan- oy oranına sahip. Ama bu kalkışma Karamanlis hükümetini hedef aldığı gibi, PASOK’u ve onun solunu da hiç takmıyor. Dolayısıyla bu durum, çok yeni ve sistemin tümünü hedef alacak kadar ciddi.

Dolayısıyla görüyoruz ki ve bu küresel kriz ortaya çıkartıyor ki, ilkönce ulus-devletle sonra refah devleti ile sonra da neoliberal paradigma ile ayakta duran emperyal/ ulus-devlet kapitalizmi sağı ve solu ile iflas etti ve yolcu.
...
Şimdi Yunanistan’da ayaklanan çocuklara bakıp “ya bunlar nereden çıktı” diyen ya da “bunlar faşizme karşı direnen partizanların torunları işte” diyerek bastonlarına tutunup ağlayan eski endüstri modernleşmesinin solcuları da, tıpkı Amerikan otomotiv şirketleri gibi, batıyorlar. Şimdi bizdeki bu tür solcular da tıpkı Amerika’daki otomotiv sanayii gibi, devlet yardımı bekliyor. CHP gibi... Devletten akıl fikir alıp hep birlikte yerel seçimlere girecekler.

Hadi bakalım; kim tutar sizi; kim kurtarır sizi...*

12 Aralık 2008 Cuma

BARTLEBY SENDROMU

Herman Melville’in 19. yy New York’unda yaşayan unutulmaz karakteri Bartleby, diğer insanlar gibi dışarı çıkmaz, sürekli Wall Street’in bir duvarına bakar ve hep büroda yaşar. Ne yaptığını, nereden geldiğini, ne yapmak istediğini söylemez. Ve hayatına dair bir soru sorulduğunda o net cümleyle cevap verir: “Yapmamayı tercih ederim”. ‘Katip Bartleby’, Mobydick’in yazarı Melville’in edebi hayatındaki ıssızlığın ve yalnızlığının da hikâyesidir aslında.

BARTLEBY SENDROMU

Bu özel cümlenin büyüsüyle kurmaca bir deneme kitabı yazan İspanyol yazar Enrigue Vila-Matas, farklı sebeplerle yazmanın imkânsızlığına inanan yazarları anlatmak istemişti. Birkaç sene evvel okuduğum o kitabı hatırladım bu sabah. Sadece sıkılmak gibi basit ve sıradan bir sebeple, bu yazıyı ‘yazmamaya’ çalışırken, ‘Bartleby sendromuna’ yakalanmış büyük yazarların çarpıcı hikâyelerini okuyorum bir yandan. Vila-Matas’ın ‘ret edebiyatı ve yazarları’ diye tarif ettiği durumu oluşturan sebepler birbirlerine hiç benzemiyor. Belki de onları hayatın labirentinde buluşturan hakikat, yazıyı reddederek hayattan kendilerini uzaklaştırma çabalarıydı. Çünkü Kafka’nın söylediği gibi, “Yazmayan bir yazar deliliğe davetiye çıkarır”. Ve sebepleri farklı olsa da deliliğin tehlikeli sularında dolaşmak her zaman onları cezbeder.

Rimbaud, yirmi dokuz yaşına kadar dahice bir sezgiyle bütün bir hayatı boyunca yazacaklarını bir başyapıtta toplayıp sonsuza kadar hayalleriyle yaşamayı tercih etmişti. Walser, yirmi sekiz yıllık anlaşılmaz suskunluğunu yaşamın kendisinin boşluğu olarak yorumluyordu. Holderlin, son otuz sekiz yılını anlaşılmaz dizeler yazarak, marangoz Zimmer’in çatısına kapanarak geçirdi. Stendhal, esin perisinin gelmediğini iddia ederek uzun bir süre yazmamıştı. Şair Pedro Garfias, Meksika’daki sürgün yıllarında yazmamak için hâlâ aradığı sıfatı bulamadığını söylüyordu. Çok az eser bırakan ama bıraktıklarıyla edebiyatı derinden etkileyen Juan Rulfo, “Yazmıyorum, çünkü bana hikâyeler anlatan Celerino amcam öldü” diye cevap vermişti. Keats, “Şairin içinde bir varlık yoktur ve ben şairim. Yazmayı sonsuza dek bırakacağımı söylememde şaşırtıcı olan ne?” diyordu. Ve Kafka günlüğüne şunları yazmıştı: “İşte bu yüzden pazar günü bana tatlı gelir. İşte bu yüzden pazar günü bana yağmurlu gelir. Yatak odasında oturuyor ve sessizliğin tadını çıkarıyorum, fakat dün tüm varlığımla kendimi adamak istediğim bir etkinlik olan yazmak yerine, şu anda gözlerimi dikip parmaklarıma bakmaktayım. Kendimi değersiz hissediyorum.”
Kendilerini yazdıklarında değerli, yazmadıklarında bir paçavra gibi hisseden yazarlar, muhtemelen neden böyle hissettiklerini bilmiyor. Çünkü Hugo’nun söylediği gibi, “Bazı kişiler vardır ki, büyük olmaktan başka bir şey gelmez ellerinden. Niye böyledirler? Bunu kendileri de bilmez. Sınırın ötesine geçerler ve bu his sonsuza dek içlerine işler.”

Sanırım ben en çok şair Jaime Gil de Biedma’nın mazeretini sevdim: “Ben şair olmak istediğimi sanıyordum ama aslında şiir olmak istiyordum.”
O cümleyi okuyunca içimde bir çıtırtı oldu, sanırım çok uzun zamandır hiç yazılmamış bir ‘sözcük’ olmak istiyorum. *